Nimet ER
  • 01/01/1970 Son günceleme: 25/09/2014 00:11
  • 8.513

"Hasta şehirlerde hasta insanlar yaşıyor " demişti Gündüz Vassaf...

Yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum yahut söz yerine daha bir oturuyor bilemiyorum.
Şikâyetlerin sürekli arttığı ama şükrün hayatlardan çekilmesiyle de orantılı bir garip haldeyiz esasında.

Yaşadığımız yeri hasta eden bizden başkaları değil elbette. Yanlış yapılaşma, gözü dönmüş bir bencillik ve hep daha fazlasını daha iyisini arzulama halleri, elimizi dokunduğumuz ne varsa değiştirip dönüştürüyoruz şüphesiz.

Eh bu değişimin ve dönüşümün değiştirdiği insanlar da zuhur ediyor haliyle... Sonra... Sonrası bir öncekinin bir sonrakini sürekli şikâyet edip durması...
Daha da kötüsü şikâyet ederek ellerini yıkadığını sanmak! 

Hasta insanların, hasta ettiği insanlar da var elimizde bolca...

Biliyorsunuz, teşhis tedavinin yarısıdır. Bunu unutmayalım önce... Bir hastalığın yayılmasını önlemek karantina şartları olsa da ben daha çok "kendini sakınmak" olarak görüyorum nihayetinde.

İnsan, fark ettiğinde durdurulamaz bir şekilde değişir...
Bu özelliği, insanı rahatından eden ama geldiği gibi gitmemesini sağlayan tek itici gücüdür belki de...

Şikâyet etmekte bir fark ediş, eyvallah! Lakin çoğu zaman bir sıyrılma veya virüs gibi sirayet ediyor hayatlara! Şikâyet ederek yaşayıp ölüyor da insan ne aynı yerde durduğunu görebiliyor ne de hadisenin bir parçası olduğunu bilebiliyor...

Azamet gibi dikilmiş binalar,
Betonların içine gömülmüş eşyalar
Toprağa basmadan günler geçirtecek kadar temiz, nezih sokaklar!
Seçkin(!) semtlere ancak çalışmaya gidebilen insanların seçtikleri kızgınlık ve öfke
Yaşamaktan düşünmeye fırsat vermeyen kurgulanmış hayat
Gösterişli yerlerin gösteriye dönmüş hayatları sunuşu
Mal varlığının hammallaştırdığı insanlar 
Bir "botanik" olarak göze görümlük yeşillik 
"Kaliteyi" insana yapıştırmak için kurulmuş bir eğitim sistemi
İnsanın üretilebilir olduğunu zannedip "seri üretim" olabileceğimize inanan yöneticiler...

Saydıkça çoğalan hastalık türü, sebebi, şekli ne derseniz artık...

Bazen meseleler, üzerinde durulmayacak kadar küçük sebeplerden zuhur eder.
Mesela, insan üretmek...
Gitmeyin öyle insan tarlalarına, klonlamaya falan zihninizi en başa döndürün lütfen!

Çocuk doğurmak ile çocuk yapmak arasında kulağa dahi farklı gelen bir ayrım yok mu? 

Hadi hiç dillimizden düşürmediğimiz her şeyin çaresini kendisinde aradığımız sihirli kelimeyi de söyleyelim: Doğallık...
"Doğallık" doğarken ölüyor sanki! Ne dersiniz?

Yapılıp bitmiyor ki! Yapılanması var daha bu işin. 
Bir çocuğu yapıp, yapılandırmak... 
Kaliteli insan yetiştirmek (dikkatinizi çekerim; evrenseldir "mal değeri" olarak kullanılır) ile insan büyütmek arasındaki naçiz farkı da düşünelim.

Kelimeler ile içimize sızan şeyler vardır gözle görülmeyen lakin görünür olup çıkan...

Hepsinden "kendini sakınarak" kurtulamaz insan elbette ama hasta olmadan yaşamanın bir çaresini bulur belki kim bilir?.. 



Benim tedirginliğim de kelimeler işte. En azından uğraşıyorum inşallah diyelim.

Kendimi kelimelerden, kelimeleri kendimden sakınıyorum... 

Tedirginliğim içtinap etmekten...

Bedeli olmayan kelimeleri, bedeni olmayan insanlar gibi tahayyül ediniz lütfen. 
Ruhların bedensiz dolaşması... 
Bedeni olmayan bir ruh, neye sirayet edebilir? Neye dokunabilir? Neyi değiştirebilir yahut ne onu değiştirebilir?

Yine insanın doğmasına dönecek olursak ruh dünyaya bir bedene hapsedilerek geliyor nihayet.( Metafor devem ediyor!)
Ve beden, yapıp ettiği her şeyin bedelini bizzat yaşar...
Yorulur, hastalanır, incinir, kırılır...

İnsanın bedeni. "kelimesi" o vakit...

Ne demiştik, toparlanıp bir daha düşünelim.

Kelimeyi sakınmak... Kelimeden sakınmak... Kendini sakınmak...

Söylediklerimizin ve söyleyeceklerimizin tedirginliğini yaşamak...


Malum, bilinen en önemli ebeveynlik stratejisidir: Kötü bir davranışın yokluğunu övmek iyi bir davranışın varlığını övmek kadar önemli ve gereklidir.

İnsanların sürekli şikâyet üretmesine birazda bu nedenle takıntılıyım galiba. 
Kötülüklerin altını çizerken iyiliklerin üstünün çizilmesi bir yana olası kötülüklerin olmayışının şükrünü de bizden alıp götürüyor biraz...
Zamanla patolojik bir "rahatsız" oluyor insan da farkına bile varamıyor oysa...


Şikâyetleri çoğaltan kırgınlıklarımız ve kızgınlıklarımızdır da diğer yandan 

Mevlana'ya göre, kırgınlığımız tutmayacak insanlara elimizi uzattığımız içinmiş...
Yani kendimize kızıp başkalarına kırılıyor da olabiliriz pekâlâ...

Olsun varsın. Cümleler de kırılsın... 
Değil mi ki insanız, kırıldığımız yerden kaynarız...



İnsanın insana dokunması az şey değildir... (Mekânları ayrıca konuşuruz bir gün)

Hayatlar bir şekilde karşılaşıyor... Her dokunuş insanın dokusunu da oluşturuyor şüphesiz...

Dokusunda insan eli olan insan, insanlardan vazgeçebilir mi?
İletişimde olduğumuz her insandan bir parça veya iz taşıyoruz bir şekilde... Haliyle gitmekle terk edilemeyen bir dünya burası..

O nedenle dokunduklarımıza dikkat etmeli en başta... Ve size dokunanlara...

Yukarıda anlattığım durumun insanı etkileyen bin türlü halinden biri şu mesela:

Unutuyoruz belki ama her sabah elimizde bir sürü olasılıkla yürüyoruz şu yeryüzünde!
Bazılarının içindeki saat duruveriyor ansızın... Bin türlü sebepten biri seçiveriyor sizi...

Yıllardır bu köşeden kaç kere selamladığımı biliyorsunuz Beykoz korusundaki Dilruba'yı... Ve yine biliyorsunuz o elim kazayı... 
Ağaçlar ayakta ölür... Vaktini tamamlamış bir ağaç üç insanın daha sebebi olup gitti işte...
İçlerinden Suzan Hanımı tanıyordum bir müşterisi olarak... Ufak sohbetlerin kahve içmelere döndüğü bir tanışıklık o kadar... 

Allah gani gani rahmet etsin giden üç cana...

Düşünüyorum da; Çok değil, bir güler yüz yetiyor insanda güzel yaşamaya... 
Ne kadar farklı olursak olalım bir tebessümün dokunduğu, ölümün eşitlediği insanlarız nihayetinde...

Bırakın yaşarken dokunduğunuz yerlerde güller bitsin... 
Göçüp gittiğimizde bir Fatihalık hatırımız kalsın bir şekilde dokunduklarımızda...

LAL:

Eylül: Kuruyan bir yaprağın, kimselere sormadan düşüşünün düşündürdüğü ve düşürdüğü haller...

Yazarın Yazıları