A. Raif ÖZTÜRK
  • 06/07/2015 Son günceleme: 06/07/2015 15:58
  • 8.225

Bir önceki yazımda, işletmemiz için bizlere bahşedilen müthiş fabrikalardan bahsederek, bunlardan sadece biri olan GÖZ rasathanesini ele almıştık.

Köşe yazısı kapasitesi dolduğu için, devamını bir sonraki bu yazıya havale etmiştik.

O yazıyı okuyamayanlara, önce o ana yazıyı okumalarını hatırlatıyoruz.

..İşte o yazının devamı:

·        İletişim mucizesi:

Bir insan vücudunda milyarlarca sinir hücresi bulunur. Sinir hücrelerinin dışında da görüntü ses vd. iletileri, elektrik akımına dönüştüren, NÖRON adı verilen hücreler vardır. Nöron hücrelerinin asıl görevi, komşu nörondan aldığı sinyali, (yani görüntü, ses vs. iletiyi) bir başka nörona veya hedef hücreye iletmektir. Ancak, bu çok hassas iş nasıl başarılacak?...

Nöronların algıladıkları GÖRÜNTÜ, ses, koku, tad veya can acısı gibi iletiler, her nöron hücresi arasındaki “synapsedeft” adı verilen boşluklardan nasıl geçecektir? Bu iletinin kopmaması ve bozulmaması için, çok ciddi bir teknik çözümler gerektirmektedir…
İletilen duyu, yani görüntünün bir parçası, her hücre arasındaki bu sinaptik boşluklardan geçebilmesi için, elektriksel özelliğini yitirmesi kaçınılmazdır. Görüntü, bir nevi kimyevî reaksiyonla, bir başka şekil alır ve bu kimyasal iletişimle o boşluktan geçer. Bitişik hücreye geçince de, tekrar elektrik akımı şekline dönüşür. Duyu organı (göz, kulak, burun vs.) ile ilgili beyin lobuna kadar, MİLYARLARCA nöron ve sinaptik boşluk olduğundan, milyarlarca kez (elektrik akımı ve kimyevî reaksiyon gibi) değişikliğe uğrar...

·        Bu arada da ileti, yani görüntü, netliğinden hiçbir şey kaybetmez!...
(Ek bilgi: Bu sinaptik boşluklar, aslında bir nevî sigortadır... Şâyet o boşluk olmasaydı, beyin ve omurilik sinirleri elektrik akımından zarar görüp, kısa zamanda yanarak tahrip olacaktı. Bkz. The Inner Life of Neurons. C.D.Franco-M.Cricurel)

Akıllara durgunluk veren ve her saniyede binlerce kez değişime uğrayan bu ilginç iletişim serüveni, sadece GÖZ veya diğer duyu organlarımız ile sınırlı değildir. Vücudumuzdaki tüm ihtiyaçlara göre, otomatik olarak yürütülen diğer iletişimlerin oranı, % 95’ten fazladır. Kalbimizin, midemizin, ciğerlerimizin, böbreklerimizin faaliyetleri ve tüm hücreler arası iletişimler, aynı sistemle, üstelik otomatik olarak işler-gider de, hiç haberimiz bile olmaz.

Dış müdâhale olmadıkça, hiçbir aksama da olmaz. Çok ilginç, değil mi?...
 

·        Bu konunun tıbbî ve teknik ayrıntılar yönünü, uzmanlarına bırakalım. Şimdi başımızı iki elimizin arasına alarak düşünelim ve can alıcı noktayı birlikte keşfedelim...

Önce, “Kulaktan-kulağa” metodunu hatırlayalım: 7-8 Tahsilli, akıllı ve zekî kişileri yan yana oturtunuz. Birincisinin kulağına bir cümle okuyunuz. Okuduğunuz cümleyi sırasıyla birbirinin kulağına fısıldamalarını isteyiniz. Sonra, sonuncu kişiden o cümleyi yüksek sesle okumasını isteyiniz. Orijinal cümle ile hiç alâkasının kalmadığını göreceksiniz.

İşte, basit bir cümlenin, tahsilli, akıllı ve zekî kişiler tarafından değişikliğe uğratmadan başarıyla birbirilerine iletilmesi bile imkânsız olduğu halde, akılsız, şuûrsuz, kör, sağır ve irâdesiz nöron hücreleri ve parçacıkları, bu komplike iletişimleri nasıl beceriyorlar?

Üstelik te hiç durmadan, düşünmeden, yorulmadan, aksatmadan, şaşırmadan, birbirine karıştırmadan, kendi beslenmelerini ve aralarındaki nöbet değişimlerini dahî hiç ihmal etmeden, nasıl başarıyorlar?... Bitmedi, dahası var!

·        Binlerce kez kimyevî reaksiyona uğrayarak, tekrar elektrik akımına dönüştükten sonra bu netlik niçin bozulmuyor ve nasıl tekrarlanıp devam ediyor?

·        Bizlerin en hayâtî ihtiyaçlarımız olan, bu beş duyumuzun ve otomatik çalışması gereken organlarımızın önemini, bu hücreler nereden biliyorlar veya biliyormuş gibi niçin ve nasıl seferber oluyorlar?

·        Her saniye, vücûdumuzun birçok yerinde, haberimiz bile olmadan, sessizce sürüp giden bu % 100 menfaatimize yönelik işlemleri, acaba o akılsız, şuursuz hücreler mi yapıyorlar?...

·        Tesadüfen veya kendi kendine olamayacağına göre, mutlakâ sınırsız bir ilim ve Kudret cc. tarafından işlettiriliyor, değil mi?... Evet, hem de öyle bir İlim, öyle bir Kudret ki, bir kişi üzerinde yürüttüğü bu faaliyetleri 7,5 MİLYAR insan üzerinde aynı anda yürütüyor. Küçük veya büyük, tüm canlılar üzerinde de aynı anda yürütüyor. Ve diğer tüm faaliyetleri de düşününüz!...

İşte; her birimizle, her ân bu kadar yakından ilgilenen, merhâmeti ve ilmi sınırsız bu Yüce Kudreti, niçin merak etmiyoruz? Onu cc. niçin gerektiği gibi araştırmıyor ve tanımıyoruz? O cc. Bizim her hücrelerimizle böylesine tek tek ilgilenirken, biz onunla niçin her zaman hemhâl olmuyoruz? Her ân, her hücremizle, böylesine yakından ilgilenen o yüce Kudret, eğer tecellisini üzerimizden bir an esirgese, hâlimiz ne olur ve bize, O’ndan cc. başka kim yardım edebilir? O’na böylesine muhtaç olduğumuz halde, ona niçin minettar olmuyoruz?

·        Bu yüce Kudret ve İlimin, aynı anda diğer tüm mahlûkâtın üzerindeki tecellîlerini de düşünürsek, bu sınırsız Kudret karşısında, ancak secde edilir! Değil mi?...

İşte sevgili dostlarım, her birimize ihsân edilen akıl, O’nu cc. tanımak ve yaratılış maksadımızı anlamak için verilmiştir.

Bizlere düşen de, çevremizdeki bitkilere, canlılara, biyolojik ve kozmik olaylara, vücudumuzdaki GÖZ’DEN başka diğer fabrikalara, (karaciğere, kalbe, böbreklere, aklımıza, dil, kulak, deri ve tüm hücrelerimize) şu yukarıda baktığımız tekniklerle bakarak düşünmektir.

O Yüce Kudrete binlerce teşekkürler etmek, O’na minnettar olmak, O’nu elimizden geldiğince çok övmek ve herşeyden çok sevmek, O’nu cc. üzmemek için, incitmemek için, darıltmamak için âdetâ titremek gerekmez mi?...

Kendisine bir kez hediye verene veya birkaç işini görene minnettar olan insan, kendisine ner ân ve tüm hücreleriyle böylesiyle ilgilenen Yüce Kudreti gerektiği gibi sevmezse, Tevbe Suresi, 24. Âyetin tehditine müstehak olmaz mı?... (Meâline bakınız.)

·        En önemlisi de O’nun cc. istediği tarzda, her gün muayyen beş vakitlerde O’nun cc. dâvetine tam vaktinde icâbet etmek, mutlak bir mecburiyet ve insan olmanın gereği değil mi?...

·        Peki, o halde hâlâ NAZMANMAK NİYE?...

Yazarın Yazıları