Nimet ER
  • 01/01/1970 Son günceleme: 21/10/2014 00:11
  • 6.728

Her daim bir sürü yeni olasılığa uyanıp, yürüyoruz şu dönüp duran fanide.

Her ne kadar olasılıkların olmasına pek kani olmasakta olacak olan oluyor bir şekilde.

Ve herkesin kendisine sevdirilmiş bir yolu var elbette!

Zamanede görünen o ki; vakit hızla ilerlerken insanlık geriliyor...

("Geriliyor" kelimesini her iki anlamıyla birden düşününüz lütfen)

İlerledikçe insanlığımıza dair ne kadar güzel haslet varsa yolda kaybediyoruz; kendimizi kaybetmeden hemen önce...

Zamanın tüm ileri imkanlarını yay gibi gerilmiş sinirlerle kullanıyoruz, yoksa trafikte yahut bir iletişim halinde hasbelkader değdiğiniz birinden çıkan o bozuk tını nerden gelebilir Allah aşkına!

Eksikliği kendi özünden başka her yerde ve her bir şeyde arayanlar ile eksiksiz bir dünya düşleyenler arasında sıkışıp kaldık sanki...

İnsanlar birbirini gözleriyle yağmalıyor, yetmezse sözleriyle yağmalıyor...

O da kafi gelmez ise ya bu dünyayı dar ediyor ya da bu dünyadan indiriyor bir şekilde beğenmediğini...

Sorun birazda hatta çokça şuradan kaynaklanıyor: İnsan, durduğu yerden değil de başkalarının durduğu yerden bakmaya çalışıyor her şeye...

Kendi penceresinden bir şeycikler göremeyen başkasının penceresinden ne görebilir ki?

Başkalarının camını çerçevesini indirenlere bir de bu gözle bakın lütfen!

Kişi, hissetmediği bir duyguyu empatiyle mi hissedecek?

İnsan, "dile" her şeyi söylüyor da diline her şeyi söyletemiyor ki bu insanlığımızın en güzel yanı!

Edep, iman ve esasında aşk burada başlıyor bence...

Söyleyecek çok şeyin varken sükut etmek mesela...

İnandığını, kalbine sığdırıp hiçbir tarife sığdıramayışı insanın hep bundandır işte...

Dilin güzelliği tutulmasındadır bazen...

Biliyorum dahası yaşıyorum!

İnsan, içindeki onlarca sese laf anlatabiliyor da karşısında duran kanlı canlı insana laf erdiremiyor çoğu zaman...

Biçare miyiz? Hayır!

Bazen ne kadar "güzelleştiğini" etrafın çirkinleştiğinde anlarsın ya hani! Öyle...

Dünya dediğimiz, ilahi bir düzenin insanlara emanet edilişi bir anlamda...

Nihayet, insanların en "Emin" olanı da yaşadı yeryüzünde, emanete hiyanet edenlerde... Sırası gelen yaşayıp gidiyor, bakmayın siz; dünya hiçbir vakit kurtarılmadı bilinen ve bilinmeyenlerle dolu geçmişinde...

Nehirlerin kan rengi aktığı, soykırımların devlet politikası olarak uygulandığı hatta devletsiz zamanlara gidip gelin zihninizde...

(En kibar haliyle yazayım: Safdillikle suçlamadan bir okuyun hele! )

Tüm dünyada oynanılan siyasi oyunları bir kenara bırakın en güçlüsünden en güçsüzüne daha atmosferin oynadığı oyunların bile üstesinden gelemiyoruz henüz.

Doğal afetler üzerimizden silindir gibi geçtiğinde ancak hatırladığımız gerçekleri unutturmak için kurgulanmış bir paradokslar dünyasında debeleniyoruz hasılı.

Kendi gerçeğini bu kadar çabuk unutan bir insanın, tüm gerçekleri çelişkiler ve çözümsüzlükler yumağına dönüştürmesi o kadar da beceri isteyen bir şey değil esasında.

İnsanı, kendi haline bırakın yeter... Ya belasını ya mevlasını buluyor...

Hep söylüyorum; bulduğunu değiştiren, dönüştüren varlıklarız biz, ya da bulduğuyla dönüşen ve değişen...

Aynı dine inanıp bu kadar farklı tezahürlerinin ortaya çıktığı kocaman bir İslam coğrafyasına ve tarihine baktığımızda somutlaşan bir gerçek bu.

Ortak aklın yetmediği yerde bir doz "ortak hayal gücü" verile verile geldik bugünlere.

Göz ucuyla "kararmış hayatlara" bakanlara bakarken, benimde gözlerim kararıyor...

Çilesini çekmediği dertleri taşıyanların yamulmuş halleri bunlar...

Öğrendiklerini, iman ettikleriyle harmanlayıp yaşamaya çalışan birinin yazdıklarından pek öyle derin analizler falan beklemeyin. Bir müslümanın müslümana tavsiyesi, gerisine de çizdiği çerçeve olsun bu elimden gelen...

Olana veya olmuş olana yahut olacak olanı sezip bir şekil de "dua niyetine" olumlu, umutlu cümleleri kuranları sözcüklerle mahkum etme şekillerini hepimiz iyi biliriz.

Zihni bu dünya ile sınırlı şekillenmiş bir Müslüman'dan daha tehlikelisi yok bana kalırsa.

"Kerameti kendinden menkul zahitler" nasıl bir din algısı yarattıysa artık "kula" pek söz hakkı düşmüyor sanki!

Kaza ve kader deyip üstünden atlamayı, "daha hesaba çekilmeden" kendini temize çekenleri görüyoruz. Her şeyi gören bunu da görüyor inşallah!

Allah rasülü, kulun zannı üzerine olduğu haberini veriyor Rabb'imizin

"Duanız olmasa ben sizi neyleyeyim" diyene hayır ve güzel dualar göndererek başlayalım diyorum bir inanan olarak...

Şerleri hayır yapabilecek olana sığınarak kuralım cümlelerimizi...

Ne beslersek yüreğimizde fikirlerimizde öyle şekillenecek!

Ihtimallerin, muhtemel sonuçları da olabilir dualarımız...

Dünya hep güzel bir yerdi ve insanlar güpgüzel anlaşıyordu da kıyamet yaklaştıkça mı zıvanadan çıkıyorlar? Hayır!

İnsanın illeti kendi (zamanında) vaktinde vuku buluyor...

Bu dünyada sınanan bir varlık olarak insan, insanları sınamaktan vazgeçmeli önce!

Tüm bu olasılıklar zincirindeki yerimizi ne çok büyütmeye ne de hakir görmeye kimsenin hakkı yok...

Haddimi aşıp bir yakarış olarak da "DUA" diyorum...

Dahası bu çağrıyı, bu daveti yaşamalıyız... İcabet eden mutlaka bulunur!

Bunu beyhude ve çağdışı bulanlara ise şöyle izah edeyim:

Evrene, çekim yasası kanunları huzurunda, pozitif enerji gönderelim diyorum!

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Not: Zorunlu, küçük bir açıklama:

Eleştirileri önemsemeyi bırakın çok seviyorum. Sırf hatalarımı bulmak için okuduğunu düşündüğüm bir güzel insan bile var mesela...

Tanış olduğum biri yazdıklarımdan yola çıkarak arayıp "yine hangi ağacın altındasın" dediğinde en az onun kadar eğleniyorum, Allah biliyor!

Ama itiraf edeyim en güzeli geçenlerde karşılaştığım birinden geldi sağolsun/ selam olsun...

"Sizin yazılarınızı mutlaka okuyorum çünkü yine ne anlatamadığınızı çok merak ediyorum" deyiverdi.

Yukarıda toparladığım cümleleri bir kez daha okuduğumda belki böyle düşünüp hissedenlere ki hiç haksız değiller bir not yazayım diye düşündüm.

Kabul, Türkçe öğretmenlerim de dahil kimselere beğendiremediğim devrik cümlelerimi üzerime devirdiğim çok oldu şu ahir ömrümde... Sanırım ondan Türkçe kurallarının yazarken ve konuşurken oturmamışlığı da vardır bende.

Okuyan görüyor ama yine de söyleyeyim; ne makale ne de köşe yazısı derdindeyim. Hoş, "deneme"yi deniyorum ama... Neyse uzatmayalım bana en yakın "söyleşi" türü galiba, ya da bir türü yok! Sadece cesaret edip söylemek istediğimi kağıda iliştiriyorum o kadar diyelim.

LAL:

Sözcükler de tohum gibi. Dilinizden dökülüp gidiyorlar... Gittikleri yerdeki ortama göre beslenip büyüyorlar... Sanırım tohuma formunu veren söyleyen değil, dinleyen oluyor...

Aynı söz, bir yürekte Gül ağacı, başka bir yürekte kara çalı bir diğerinde kadim bir çınar olabiliyor durdukça köklenen...

Yazarın Yazıları